Düşük karbonlu ekonomiye geçiş sürecinin neresindeyiz?
Temmuz 2012 / Düşük karbon ekonomisi bir bakıma 21. yüzyılın kalkınma modeli olarak görülebilir. İnovasyon ile birleşen teknolojiyi üretmek bu modelin temelinde yer alıyor. Bu konuda liderlik eden ve bu süreci iyi yöneten uluslar ve kurumların, bu değişimden çok daha güçlü çıkacaklarını söyleyebiliriz. Tabii bu süreç bir yandan rekabette hem ciddi bir avantaj hem de tehdit yaratırken bir yandan da bireylerin düşünce kalıplarını önemli ölçüde etkiliyor. Bu bağlamda medeniyet ve gelişmişlik parametreleri arasında, yaşam tarzımızın karbon yoğunluğunu hangi ölçüde azalttığımız gibi bir kavram da yer almaya başlamış durumda.
Bu yaklaşım bireylerden kurumlara hatta ulusal anlamda da devletlere kadar uzanıyor… 2000’li yılların başında batı dünyasının, gelişmekte olan ülkelerin önüne koyduğu yeni bir engel gibi görülen düşük karbon ekonomisi, başta Çin olmak üzere birçok gelişmekte olan ülkenin de sahiplenmesi ile artık temel bir kalkınma modeli oldu. Haklı nedenlerle de olsa maalesef Türkiye, uzun dönem bu sürecin dışında kalmayı tercih etti. Kısa vadede ekonomimizin rekabetçiliği için iyi bir strateji gibi görünse da kısa zamanda bu oyunun dışında daha fazla kalamayacağımıza bizler de ikna olduk. Yani 300 milyar dolara yaklaşan dış ticaret hacmine ve 30 milyon turist hedefleyen bir turizm sektörüne sahip olan, her sene 10 ile 20 milyar dolar arası dış sermaye yatırımı (FDI) çeken ve çok kapsamlı bir lojistik merkezi olmaya aday ülkemizin, küresel kararlılık arz eden bu sürecin karşısında veya dışında kalması tabii ki düşünülemez. Özellikle tedarik zincirinde yaşanan bilinçlenme, küreseldeki büyük oyuncuların bütün tedarikçilerine ve iş ortaklarına karbon ayak izlerini düşürmeleri için getirdikleri zorunluluklar, dünya ekonomisi ile entegre olmuş kurumlarımızdan başlayarak ekonomimizin ve bireysel yaşam tarzımızın her alanında bu kavram ile karşılaşmamıza ve barışık bir yaşam sürmemize neden oldu.
Düşük karbonlu ekonomiye geçiş süreçleri dünya genelinde bir daha geri dönülmeyecek şekilde büyük bir kararlılıkla hayata geçmeye başladı. Yeşil dönüşüm ile ilgili önümüze sunulan çarpıcı rakamlardan birkaçı şöyle: IEA tarafından açıklanan “Blue Map” senaryosuna göre 2030 yılına kadar her sene 750 milyar dolar, daha sonrasında da 2050’ye kadar her sene 1,6 trilyon dolar yatırıma ihtiyaç duyuluyor. WEF ve Bloomberg New Energy Finance tarafından yapılan bir çalışmaya göre küresel ısınmayı 2 derecenin altında tutmak için her sene 500 milyar dolar, HSBC’nin tahminine göre düşük karbonlu ekonomiye geçiş için 2010 ile 2020 arasında 10 trilyon harcama yapmak gerekiyor. UNEP tarafından yapılan bir çalışmaya göre de 2050’ye kadar her sene dünya GSMH’nın yüzde 2’si bu amaçla yürütülecek çalışmalara yönlendirilmeli. İngiltere örneğinde ise 2025 yılına kadar yarısı enerji verimliliğine kanalize edilecek 750 milyar sterlinlik bir bütçe öngörülüyor.
Öte yandan, geleceğe dönük tahminlerden oluşan bu rakamları desteleyen önemli gelişmelere de tanık oluyoruz. 2007-2010 yılları arasında dünya genelinde yapılan toplam yenilenebilir enerji yatırımı 627 milyar dolara ulaştı ve küresel finansal kriz sonrası G20 hükümetleri tarafından açıklanan önlemler kapsamında “yeşil yatırımlara ve teknolojilere” verilen destek 522 milyar dolar olarak belirlendi. En çarpıcı gelişmeler ise yeşil devrimin liderliğine soyunan Çin’de görülüyor. 2011 yılında başlayan 12. Beş Yıllık Plan’da Çin hükümeti yenilenebilir enerji, temiz teknolojiler ve geri dönüşüm projelerine yapacağı yatırımı 468 milyar dolar olarak açıkladı. Bu sene içinde de dünyada yenilenebilir enerjiye en çok yatırım yapan ülke Çin oldu ve zaten dünyada en hızlı büyüyen ekonomiye sahip ülkede yeşil teknolojiler sektörünün ülke ekonomisinin sekiz katı bir hızla büyümekte olduğu rapor edildi.
Birleşmiş Milletler kapsamında devam eden müzarekelere gelirsek kamuoyu gündeminde çok yer bulmamakla beraber Cancun’da ve arkasından Rio’da çok önemli adımlar atıldı. Özellikle de salınım hesaplanmasına yönelik uluslararası standartların ve kalite normlarının şekillendiği bu müzakerelerde öne çıkan sonuç, ülkelerin kapasiteleri oranında süreçte yer almaları oldu. Yani bir anlamda çok vitesli bir küresel sürece geçiş başladığını söyleyebiliriz. Kurulmasına karar verilen “Green Climate Fund” ile gelişmekte olan ülkelere 2020’ye kadar her sene 100 milyar dolar kaynak aktarılması kararlaştırıldı. Bu fonların kaynağının ne olacağı konusu, ilgili danışma kurulunun raporunun açıklanmış olmasına rağmen henüz tam bir netlik kazanmadı.
Bilindiği üzere UNFCCC’nin Ek – I listesinde yer alan Türkiye, Kyoto Protokolü’nün Ek – B listesinde yer almadığı için Kyoto Protokolü mekanizmalarından yararlanamıyor. Bu nedenle 2012 yılı sonuna kadar ülkemiz için tek geçerli seçenek gönüllü karbon piyasaları olmuştur; ancak, bu piyasaların da boyutu çok sınırlıdır. Ülkemizin 2009 yılında karbon piyasalarından aldığı pay sadece 25 milyon dolar olmuştur. Türkiye’de hala farklı aşamalarda bulunan yaklaşık 180 adet gönüllü karbon projesi bulunuyor. Ancak son müzakerelerde Türkiye’nin diğer Ek-I ülkelerinden farklı bir konuma sahip olduğu resmen tanındı ve Türkiye’nin (UNFCCC’nin ilgili maddeleri uyarınca) gelişmekte olan ülkelere finansman sağlamak ile yükümlü olmadığının özellikle altı çizildi. Ülkemizin gelişmiş ülkelerden edinebileceği ‘teknoloji transferi’nin yanı sıra Türkiye’nin UNFCCC’yi daha iyi uygulayabilmesi için de finansman, teknoloji transferi, kapasite geliştirme desteklerine erişiminin önemli olduğu da dikkate alınarak, bu kapsamda Türkiye’nin özel durumunun değerlendirilmeye devam edilmesine karar verildi.
Türkiye’nin (bir Ek – I ülkesi olmasına rağmen) Temiz Teknoloji Fonu’ndan yararlanan ilk ülke olması ve bu fonun yönetiminde yer alması son derece olumlu gelişmelerdir. Türkiye, UNFCCC’nin finansman mekanizmasının yürütücü kuruluşu olan Küresel Çevre Fonu (GEF)’ndan yararlanıyor. Tabii yeni dönemde ülkemiz için en önemli konulardan birisi “Yeşil İklim Fonu”ndan nasıl faydalanacağı… Bu bağlamda Temiz Teknoloji Fonu ile Küresel Çevre Fonu’ndan faydalanıyor olmamız ileride her sene 100 milyar dolar gibi bir kaynağı gelişmekte olan ülkelere aktaracak Yeşil İklim Fonu nezdinde ülkemizin konumlandırılması için çok önemli bir örnek teşkil ediyor. Türkiye bu aşamada Yeşil İklim Fonu’nun tasarımı için kurulan “Geçici Komite”de gözlemci olarak yer alıyor.
Bu sebeple düşük karbon ekonomisine geçiş sürecinde ülkemizde de hâlihazırda kullandırılan fonların büyüklüğü önemli rakamlara ulaşmıştır. Türkiye’nin sera gazı salınımlarındaki en büyük pay yüzde 76 ile enerji kaynaklı olduğundan, finansman büyük ölçüde yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımlarına aktarılıyor. Örnekse, hazine Müsteşarlığı sayesinde yurtdışından sağlanıp yerel bankalar aracılığıyla kullandırılan 88 adet yenilenebilir enerji ve 6 adet enerji verimliliği projesine sağlanan 1,4 milyar dolarlık finansman ile 2,8 milyar dolarlık yatırım planlandı. Bu yatırımlarla da 7.000 GWh/yıl elektrik üretimi/tasarrufu ve yıllık 5,75 MtCO2e sera gazı azalımı sağlanacak ve yatırım döneminde 13.186 kişi için, işletme döneminde ise toplam 2.321 kişi istihdam yaratılacaktır.
Tabii bütün sektörlerde bu bilinç hızlı bir şekilde yayılıyor. Özellikle “yeşil binalar” konsepti hızla hayatımıza giriyor. Bu seneden itibaren bütün yeni konutlarda “enerji kimlik belgesi” uygulamasının yürürlüğe girmesi, sanayi işletmelerinde enerji verimliliği üzerine yapılması gereken çalışmaların yasal yükümlülük haline gelmesi ve yakın bir gelecekte karbon salınım raporlaması zorunluluğuna geçilecek olması tüm sektörleri ve hatta her bireyin yaşam tarzını doğrudan etkileyecek gelişmeler arasında yer alıyor. Buna yönelik olarak kimya, plastik, yalıtım, inşaat malzemeleri, makine ve teçhizatları üreten ve satışını yapan bütün firmalar bu süreçte başrol oyuncusu olarak öne çıkıyor. Aynı zamanda uluslararası büyük firmaların altına imza attığı karbon salınımı azaltma yükümlülükleri, Türk ihracatçısını ve lojistik firmalarını da yakından ilgilendiren bir konu. Tedarik zinciri yönetimi kapsamında bu şekilde dünya ekonomisiyle bağlantısı bulunan bütün firmaların günlük hayatına karbon ayak izi kavramı hızla dâhil oluyor. Keza ambalaj, lojistik gibi sektörler de bu gelişmelerden etkilenen diğer önemli sektörler arasında bulunuyor. Yine ulaşım sektörü de karbon salınımı konusunda çok önemli değişikliklere sahne oluyor. Hibrit ve elektrikli arabalar şimdiden hayatımızın bir parçası oldu bile. Ancak tabii ki uzun soluklu bir değişiklikten bahsediyoruz… İki sene önce hayata geçirdiğimiz www.lowcarbonturkey.com işte tüm bu süreçler ve gelişmeleri takip etmek isteyen kamuoyuna güncel bilgiler sunuyor.
Küresel iklim değişikliği tartışmaları sonucunda dünyanın çevre dostu düşük karbonlu bir hayat tarzını benimsemesi ve bununla beraber enerji verimliliğine ve yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen önemin artması, enerji sektörüne yeni bir bakış açısı getirdi. Bu anlamda “yeşil yakalılar” olarak isimlendirebileceğimiz çevre bilinci ve duyarlılığı gelişmiş, düşük karbon ekonomisine geçiş süreçlerinde hem bir profesyonel hem de birey olarak bilinç taşıyan ve bu yönde teknolojiyi en etkin kullanabilen profesyonellerin ve iş adamlarının artık kurumlarının rekabetçiliğine katkıları yadsınamaz bir noktaya geldi. Hem üretim, hem lojistik hem de pazarlama ve satış süreçlerinde bu duyarlılığa sahip olmayan bireylerin, kurumlarının sürdürülebilir rekabetçiliğine katkıları son derece sınırlı olabiliyor. Birçok şirkette artık performans kriterleri arasında çevreci hedeflere ulaşma da yer alıyor. Karbon ayak izinin düşürülmesinden satış, pazarlama ve ürün geliştirme konularında sürdürülebilir rekabeti destekleyecek süreçler tasarlamak çok önemli. Bütün bunların altında yatan ve IK için önem teşkil eden bir başka konu ise yöneticilerin motive olacağı bir iş ortamının tasarlanması.
Günümüzde iş dünyasında en önemli katma değer, yaratıcılık ve inisiyatif almayı gerektiren ve rutin olmayan işleri yapan yüksek nitelikli çalışanlardan geliyor. Bu bireylerin de artık bilinen ödül sistemleriyle motive olmadıkları bir gerçek. Bu nitelikli kişilerin işlerinde motive olmak için aradıkları en önemli unsurlardan birisi de işlerinde bir anlam bulmaları. İşte burada sürdürülebilirlik kavramı çok önemli bir rol oynuyor. Yaptığı iş ile daha yaşanır bir dünyaya katkıda bulunduğunu düşünen ve gelecek nesillere daha iyi bir yaşam kalitesi bırakacağına inanan yöneticiler için işleri, bir görev veya kariyer olmaktan çıkıp bir tutku halini alabiliyor. İşte bu bağlamda İK’ya çok iş düşüyor. Özellikle halka açık büyük ölçekli şirketlerde, çalışanlar firma hakkındaki bilgiyi diğer paydaşlarla beraber elde etmek durumunda kalıyor. Bu önemli kavramların şirketin iletişim ve yönetim politikalarının bir parçası olarak ele alınması, çalışanlara IK tarafından en etkin şekilde duyurulup çalışanların bunları içselleştirmesi ve bu şekilde, çalıştıkları kuruma bağlılıklarının perçinlenmesi mümkün oluyor.
Yani artık yaşam tarzımız ciddi bir tehdit altındadır. Ama asıl çarpıcı olan ünlü karikatürist Levnig’in bir eserinde de ifade ettiği gibi “Tehdit, yaşam tarzımızın kendisidir”. Bu çelişkiden kurtulmak için gereken teknolojik gelişmeler, büyük bir hız kazandı ve fosil yakıtlara dayalı bir devrin sona ermesi için düşük karbonlu ekonomiye geçiş süreci büyük bir küresel kararlılık ile başladı. Bu açıdan öncekilerden çok daha farklı ve çarpıcı bir değişikliğin eşiğinde olduğumuzu görüyoruz. Sera gazlarıyla ne kadar yakın bir ilişki içinde olduğumuzu ve sera gazlarının küresel ısınmayla birlikte geri dönüşü imkânsız zararlar verdiğini yavaş yavaş fark ediyoruz. Bu durumda süreci iyi takip etmek, sebep ve sonuçları iyi tahlil etmek büyük önem taşıyor. Bu şekilde avantaj sağlayan bireyler, şirketler hatta ülkeler bulunuyor. Sözün özü, karbonun hayatımızın tam orta yerine konuşlandığını kabullenmek ve önüne geçemeyeceğimiz yapısal değişiklikler gerçekleşmeden inisiyatifi ele almak durumundayız.